Pazartesi, Eylül 08, 2014

RKBT 1. Gün || Cecelia Ahern "Aşık Kuşlar" || Önokuma ve Çekiliş

1

Bir Erkeği Nasıl Susturursunuz?

Aynı yere iki defa yıldırım düşmeyeceği söylenir. Yanlış. Evet, böyle söylendiği doğrudur ama asılsız bir bilgidir bu.
NASA'da çalışan bilim insanları bulutla yer arasındaki bu elektrik boşalmasının genellikle iki veya daha fazla yeri vurduğunu ve yıldırım çarpma olasılığının tahmin edilenden yaklaşık yüzde kırk beş oranında daha yüksek olduğunu keş­fetmişlerdir. Ancak insanların asıl kastettiği, yıldırımın farklı zamanlarda aynı yere bir daha asla düşmeyeceğidir ki bu da asılsız bir savdır. Yıldırım çarpmasına maruz kalma olasılığı üç binde bir olsa da Virginia'da koruculuk yapan Roy Cleveland Sullivan'a, 1942 ve 1977 yılları arasında yedi farklı zamanda yıldırım çarpmıştır. Ancak söylentilere göre ölümü, aşkına kar­şılık bulamadığı için yetmiş bir yaşında kendini karnından vurduğunda gerçekleşmiştir.
İnsanlar yıldırım örneğinden vazgeçip yalnızca kastettik­leri şeyi ifade edecek olsalar, gerçekleşme ihtimali son derece düşük bir şeyin aynı kişinin başına bir daha asla gelmeyeceğini söylerlerdi. Ve bu da doğru değildir. Roy'un ölüm sebebiyle il­gili söylenenler doğruysa, gönül yarası kendine özgü bir keder taşır ve Roy gerçekleşme olasılığı çok düşük olan talihsizliğin yeniden yaşanma ihtimalinin çok yüksek olduğunu herkesten iyi anlardı. Bu da beni hikâyemin ana fikrine, yani gerçekleşme olasılığı çok düşük iki olaydan ilkine taşıyor.

Dublin'in dondurucu aralık gecelerinden birinde saat on biri gösterirken kendimi daha önce hiç gitmediğim bir yerde buldum. Psikolojik durumumu anlatmak için böyle bir benzetme yapmıyorum. Söylediklerim gerçek; kelimenin tam anlamıyla burada daha önce hiç bulunmadığımı söylüyorum. Güney ta­rafındaki terk edilmiş toplu konutların yönünden buz gibi bir rüzgâr esiyor, kırık camlara vurup iskele malzemelerini sal­layarak korkunç sesler çıkartıyordu. Pencere olması gereken yerlerde kapkara delikler görünüyordu. Ürkütücü çukurları ve ters dönmüş parke taşlarıyla yarım bırakılmış yüzeyler, balkon­lara ve çıkış noktalarına yığılmış borular, gelişigüzel başlayıp nerede bittiği belli olmayan teller ve boru sistemi vardı. Burası bir trajedi oyununun sahnesini anımsatıyordu.
Sıfırın altındaki hava sıcaklığı bir yana, bu görüntü bile tek başına kanımı dondurdu. Bina aslında içinde uyuyan ai­lelerle dolu olmalıydı. Işıklar söndürülmeli, perdeler çekilme­liydi. Oysa şimdi hiçbir yaşam belirtisi yoktu ve fahiş fiyatlar karşılığında vaat ettikleri konforu sunamayan müteahhitlerin yalanlarına maruz kalıp yangın güvenliği sağlanamadığı için endişeyle yaşamaya terk edilen ev sahipleri de sonunda binayı boşaltmak zorunda kalmıştı.
Orada olmamalıydım, izinsiz girmiştim ama beni endişe­lendiren bu değildi. Tehlikeli bir şey yapmıştım. Sıradan, alelade biri için tatsız bir durumdu bu. Hemen dönüp geldiğim yönden geri gitmeliydim. Bütün bunları bilmeme karşın ısrarla yoluma devam ederek içeri girdim.
Kırk beş dakika sonra yine dışarıdaydım ve tir tir titrerken 999 hattındaki santral memurunun talimatına uyarak gardai’nin* gelmesini bekliyordum. Uzaktan gelen ambulans ışıklarını gör­düm. Peşinde de tepe lambası yanmayan bir garda aracı vardı. Dedektif Maguire tıraşsız yüzü, darmadağınık saçları ve vahşi olmasa da sert görünümüyle araçtan indi. Kutudan fırlayan kukla gibi her an patlamaya hazır, duygusal yönden huzursuz biri olduğunu çoktan anlamıştım. Genel olarak bir rock yıldızı kadar havalı görünse de kırk yedi yaşında, görevinin bilincinde bir dedektif olması o havayı söndürmüştü ve içine düştüğüm durumun ciddiyetini vurguluyordu.

_____________________  
* İrlanda ulusal polis gücü. (ç. n.)

Dedektif Maguire'a, güvenlik sebeplerinden ötürü diğer elli aileyle birlikte tahliye edilen binaya girdiğimde karşılaştığım otuz altı yaşındaki Simon Conway'le ilgili bildiklerimi anlattım. Simon en çok paradan, içinde yaşamasına izin verilmeyen daire­nin kredisini ödemeye zorlandığından, şimdi yerleştirildiği eve ödeme yapmamak için açtığı davanın beklemede olduğundan ve işini kaybettiğinden bahsetmişti. Simon'la konuşmamı De­dektif Maguire'a aktardım. Ona söylediklerim çoktan aklımdan uçup gitmişti ve söylediğimi düşündüğüm şeylerle söylemem gerektiğini fark ettiğim şeyler arasında gidip geliyordum.
Simon Conway denen adam karşıma çıktığında elinde bir silah vardı. Sanırım terk edilmiş evinde aniden ortaya çıkmam onu pek şaşırtmamıştı. Onunla konuşmam için polisin beni gönderdiğini sandı ve ben de bozuntuya vermedim. O kapkara silahı elinde tutup salladığında korkumdan diz çöküp eğilme­mek, hatta zaman zaman odadan kaçmamak için kendimi zor tutarken yan odada bir ordu insan olduğunu düşünmesini iste­dim. İçim panik ve korkuyla dolarken silahı bırakması için onu tatlı bir dille ikna etmeye, yatıştırmaya çalıştım. Çocukların­dan konuştuk. İçine düştüğü karanlıkta ona yol göstermek için elimden geleni yaptım ve sonunda silahını mutfak tezgâhına koymaya ikna olunca gardai'yi aradım. Telefonu kapattığımda bir şey oldu. Zararsız olmasına karşın söylememem gerektiğini o anda anladığım sözlerim bir şeyi tetikledi.
Simon bana baktı ve aslında beni görmediğini anladım. Yüzü değişti. Kafamın içinde alarm zilleri çalmaya başladı ama bir şey söylemeye ya da yapmaya fırsat bulamadan Simon silahı alıp kafasına nişan aldı. Ve tetiğe bastı.

2

Kocanızı Nasıl Terk Edersiniz?
(Onu Kırmadan)

Bazen hakiki, apaçık bir şey gördüğünüzde ya da yaşadığınızda rol yapmayı bırakmak istersiniz. Kendinizi gerizekâlı, şarlatan gibi hissedersiniz. Masum ve zararsız olsun olmasın, yapay olan her şeyden ya da evliliğiniz gibi daha ciddi şeylerden kaçıp kurtulmak istersiniz. Benim başıma gelen de buydu.
Bir kişi biten evlilikleri kıskandığını fark ettiğinde kendi evliliğinde sorun olduğunu bilmelidir. Son birkaç aydır ben de o noktadaydım. Bir şeyi bildiğiniz ama aynı zamanda da emin olamadığınız o olağan dışı yolda. Bittiğinde aslında yanlış bir evlilik yaptığımı başından beri bildiğimi fark ettim. Onu yaşar­ken mutlu anlarım olmuştu ve içimde hep bir ümit taşımıştım. Ve olumlu düşünmek birçok güzel şeyin esası olsa da her şeyi iyiye yormak tek başına sağlam bir evlilik temeli kurmaya yet­miyordu. Ama Simon Conway deneyimi dediğim olay gözlerimi açmama yardımcı oldu. Hayatımdaki en gerçek şeylerden birine tanık olmuştum ve bu da rol yapmaktan vazgeçmek istememe sebep oldu. Gerçek olmak istiyordum, hayatımdaki her şeyin doğru ve dürüst olmasını istiyordum.
Ablam Brenda evliliğimi bitirmemi bir tür travma sonrası stres bozukluğuna bağladığı için bu konuda birinden destek almam için bana yalvarıyordu. Ona zaten biriyle konuştuğumu, içsel konuşmamın uzunca bir süre önce başladığını söyledim. Bir bakıma da öyleydi. Simon kaçınılmaz olanı hızlandırmıştı yalnızca. Brenda'nın beklediği yanıt bu değildi elbette. Profes­yonel eğitim almış biriyle konuşmaktan bahsediyordu. Hafta ortasında, bir gece yarısı mutfakta bir şişe şarap eşliğinde ipe sapa gelmez konulardan bahsetmekten değil.
Kocam Barry zor zamanlarımda beni anlamaya çalışıp destek vermişti. O da bu ani kararımın kısmen o silah patla­masıyla ilgili olduğuna inanıyordu. Ama eşyalarımı toplayıp evden gittiğimde ciddi olduğumu görünce bana en iğrenç lafları etmekte gecikmedi. Onu suçlamadım. Ama şişman olmadığımı biliyordum elbette. Herkesin kafasının karıştığını ve yaptığım şeye inanamamalarını anlıyordum. Mutsuzluğumu çok iyi giz­lemiş olmam da büyük bir etkendi. Zamanlamam ise çok daha büyük etken oldu.
Simon Conway deneyiminin yaşandığı gece, o korkunç çığ­lığın kendi ağzımdan çıktığını fark ettikten, polisi ikinci defa aradıktan, rapor edilmek üzere ifadem alındıktan, EuroSpar'dan* aldığım plastik bardaktaki sütlü çayı içtikten sonra eve gidip dört şey yaptım. Öncelikle, kendimi olay anından arındırma çabasıyla duşa girdim. İkinci olarak Kocanızı Nasıl Terk Eder­siniz? (Onu Kırmadan) kitabını karıştırmaya başladım. Üçüncü olarak elimde bir kahve ve bir tostla onu uyandırıp evliliğimizin bittiğini söyledim ve dördüncü olarak da beni sorgulamaya başladığında bir adamın kendini vurduğuna tanık olduğumu anlattım. Geri dönüp düşündüğümde, Barry'nin evliliğimiz­den çok adamın kendini vurmasıyla ilgili sorular sorduğunu anımsıyorum.

_____________________  
* İrlanda'da bir süpermarketler zinciri, (ç. n.)

O zamandan beri davranışları beni şaşırtmış, şaşkınlığım beni eşit derecede şoka sokmuştu çünkü bu konularda bilgili olduğumu sanırdım. Doğru bir karar olup olmadığını anlamak, hazırlıklı ve farkında olmak adına bu büyük hayat sınavından önce araştırmalar yapmış, evliliğimizi bitirme kararının iki­mizi nasıl etkileyeceği üzerine kitaplar okumuştum. Evliliğini bitiren arkadaşlarım vardı ve geç saatlere kadar her iki tarafı da dinlediğim geceler olmuştu. Buna karşın kocamın böyle bir adama dönüşeceği, kişiliğinin tamamen değişeceği, sert ve kötülüğünün yanı sıra soğuk ve huysuz biri olacağı aklıma gel­memişti. Evimiz artık onundu. İçeriye adımımı dahi atmama izin vermiyordu. Arabamız da artık onundu, benim kullanmama izin vermiyordu. Ve bizim olan diğer her şeyi almak için de elinden geleni yapıyordu. İstemediği şeyleri bile. Çocuklarımız olsa onları da yanına alıp bana göstermeyecekti. Kahve makinesi konusunda netti. Espresso fincanlarını sahipleniyor, tost maki­nesi konusu açıldığında kendini kaybediyor, çaydanlık deyince köpürüyordu. Benim oturma odası ve yatak odasında yaptığım gibi onun da mutfakta kendinden geçmesine, hatta çişimi ya­parken bana bağırmak için peşimden tuvalete gelmesine bile izin veriyordum. Elimden geldiğince sabırlı ve anlayışlı olmaya çalışıyordum. Ben hep iyi bir dinleyici olmuşumdur. Onu so­nuna kadar dinleyebilirdim ama açıklama yapmak konusunda başarılı değildim ve aslında onun istediği açıklamaya benim de ihtiyacım olduğunu fark etmem beni şaşırtmıştı. İçten içe onun da evliliğimiz konusunda aynı şeyleri hissettiğinden emindim. Ama böyle bir şeyin onun başına gelmesine o kadar üzülmüştü ki ikimizin de başından beri yanlış olan bir şeyin içine tıkılıp kaldığımızı hissettiğimiz anlar olduğunu unutmuştu. Öfkeliydi ve öfke çoğu zaman gerçeklere kulak tıkar. O da bu durumdaydı. Böylece öfke nöbetlerinin geçmesini bekleyip bir ara dürüstçe konuşabileceğimizi ümit ettim.
Aslında haklı sebeplerim olduğunu biliyordum ama ona yaptığım şey yüzünden hissettiğim acıyla yaşayamıyordum. Dolayısıyla bunun ve bir adamın kendini vurmasına engel olamayışımın ağırlığını omuzlarımda hissetmeye başladım. Aylardır düzenli bir uyku çekmemiştim ve şimdi haftalardır hiç uyumamışım gibi hissediyordum.


Masamın karşısındaki koltukta oturan müşterime, "Oscar," dedim. "Otobüs şoförü seni öldürmek falan istemiyor."
"İstiyor. Benden nefret ediyor. Onu ve bana nasıl baktığını görmediğin için sen bilemezsin tabii."
"Peki sence otobüs şoförü sana neden öyle bakıyor?"
Oscar omuz silkti. "Otobüs durur durmaz kapıları açıp gözlerini üzerime dikiyor."
"Sana bir şey söylüyor mu?"
"Otobüse binersem söylemiyor. Binmezsem homurdanıyor."
"Otobüse binmediğin zamanlar da mı oluyor?"
Oscar gözlerini devirip parmaklarına baktı. "Bazen benim koltuğuma başkası oturmuş oluyor."
"Senin koltuğun mu? Bak bu yeni bir şey. Ne koltuğu?"
Oscar kapana kısıldığını anlayıp iç geçirdi ve itiraf etti. "Bak, otobüsteki herkes bana bakıyor, tamam mı? O duraktan binen tek kişi benim ve hepsi de bana bakıyor. Hepsi gözünü dikip bana baktığı için şoförün arkasındaki koltuğa oturuyo­rum. Hani şu yan tarafta, pencereye bakan koltuğa. Pencere yanı, otobüsün geri kalanından ayrılmış gibi."
"Kendini orada güvende mi hissediyorsun?"
"Orası mükemmel. Şehre kadar o koltukta gidebiliyorum. Ama bazen şu özel ilgiye muhtaç kız oraya oturmuş oluyor. iPod'unu açıp bütün otobüsün duyabileceği yükseklikte Steps'in şarkılarına eşlik ediyor. Kız oradaysa otobüse binemiyorum ve bunun tek sebebi özel ilgiye muhtaç kişilere dayanamamam değil. Orası benim koltuğum olduğu için binemiyorum, anlıyor musun? Otobüs durana kadar da orada oturup oturmadığını bilmiyorum. O yüzden koltuğun dolu olup olmadığını kontrol ediyorum ve o oradaysa binmiyorum. Ve otobüs şoförü benden nefret ediyor."
"Bu ne zamandır böyle devam ediyor?"
"Bilmiyorum, birkaç hafta olabilir."
"Oscar, bunun ne anlama geldiğini biliyorsun. Şimdi baştan başlamamız gerekiyor."
"Olamaz." Oscar yüzünü ellerine gömüp kendini bıraktı. "Ama şehre varmak üzereydim."
"Asıl kaygını daha sonra hissedeceğin korkulara yansıtma­maya çalış. Şimdi dinle. Yarın otobüse bineceksin. Otobüste boş bulduğun herhangi bir koltuğa oturacaksın ve bir durak gide­ceksin. Sonra otobüsten inip eve yürüyebilirsin. Ertesi gün, yani çarşamba günü otobüse binip boş bulduğun herhangi bir yere oturacaksın ve iki durak gittikten sonra inip eve yürüyeceksin. Perşembe günü üç durak, cuma günü de dört durak gideceksin, anladın mı? Adım adım ilerleyeceksin. Küçük adımlarla ilerleyip sonunda oraya varacaksın."
Kimi ikna etmeye çalıştığımdan emin değildim. Onu mu, kendimi mi?
Oscar yavaşça yüzünü kaldırdı. Yüzünün rengi kaçmıştı.
"Bunu yapabilirsin," dedim nazikçe.
"Söylemesi kolay."
"Yapması kolay değil, biliyorum. Nefes tekniklerini çalış. Yakında sandığın kadar zor olmayacak. Şehre varana kadar otobüste kalmayı başaracaksın ve korkunun yerini mutluluk alacak. En kötü anların en mutlu anlarına dönüşecek, çünkü büyük sıkıntıların üstesinden gelmiş olacaksın."
Kafası karışmış gibi görünüyordu.
"Bana güven."
"Güveniyorum ama o kadar cesur olduğumu hissetmiyorum."
"Cesur adam korku duymayan değil, korkusunu yenen adamdır."
"Senin kitaplarından birinde mi yazıyor bu?" Odamdaki kişisel gelişim kitaplarıyla dolu rafları işaret etti.
"Nelson Mandela," dedim ve gülümsedim.
"Keşke iş bulma işinde çalışmasaydın. Senden iyi bir psi­kolog olurdu," dedi sandalyeden kalkarken.
"Evet, şey, aslında bunu ikimiz için yapıyorum. Otobüste dört duraktan fazla gitmeyi başarırsan iş bulma şansın da arta­caktır." Sesimdeki gerginliği gizlemeye çalıştım. Oscar fazlasıyla nitelikli, harika bir gençti ve ona kolayca iş bulabilirdim. Aslında üç defa bulmuştum ama yolculukla ilgili sıkıntıları yüzünden iş seçenekleri sınırlıydı. Her gün gidebileceği bir işe başlayabilmesi için korkularını yenmesine yardımcı olmaya çalışıyordum. Araba kullanmayı öğrenmekten de korkuyordu. Ona sürüş dersi de veremezdim ama sonunda toplu taşıma araçlarına binme korku­sunu yenmeye karar verdi. Arkasındaki saate baktım. "Tamam, şimdi Gemma'yla önümüzdeki hafta için bir randevu ayarlayın. Nasıl geçtiğini dinlemek için sabırsızlanıyorum."
Kapıyı arkasından kapatır kapatmaz yüzümdeki tebessüm silindi ve kitaplıktan, Nasıl koleksiyonumdaki kitaplardan birini aradım. Müşteriler bu kadar çok kitabım olmasına hayret edi­yordu. Ben de arkadaşım Amelia'nın küçük kitapçı dükkânını tek başıma ayakta tutabileceğime inanıyordum. Sorunların içinde kaybolduğumda ya da müşterilerin sıkıntısına çözüm aradığımda kitaplara başvuruyor, sıkıntılarımı onlar sayesinde gideriyorum. Son on yıldır ben de kitap yazmayı hayal ediyorum ama hikâyemi yazmaya hazır bir şekilde masamın başına oturup bilgisayarı açmanın ötesine henüz gidebilmiş değilim. Sonunda o beyaz ekrana ve yanıp sönen imlece, yaratıcılık dalgalanma­larımı yansıtan karşımdaki boşluğa bakakalıyorum yalnızca.
Ablam Brenda benim kitap yazmaktan çok kitap yazma fikriyle ilgilendiğimi söylüyor, çünkü eğer gerçekten yazmak istesem kitap için olsun olmasın her gün kendim için bir şeyler yazarmışım. Bir yazar fikri, bilgisayarı, kalemi, kâğıdı olsun olmasın kendini yazmak zorunda hissedermiş. Yazma isteklerini belli kalemlerinin markası, rengi ya da sütlü kahvelerinin yete­rince şekerli olup olmaması belirlemezmiş ki bunlar yazmaya karar verdiğimde benim yaratıcılığımı engelleyen ve dikkatimi dağıtan unsurlardı. Brenda çoğu zaman saçma sapan yorumlar yapardı ama bir kez de olsa hakkımda doğru bir gözlem yap­masından korkuyordum. Yazmak istiyordum, yalnızca yazıp yazamayacağımı bilmiyordum ve başladıktan sonra yazamadı­ğımı görmekten korkuyordum. Aylardır yatağımın yanı başında duran İyi Bir Roman Nasıl Yazılır? adlı kitapla uyuyordum ama henüz bir kez olsun kapağını açmamıştım. Oradaki ipuçlarını uygulayamazsam bunun, asla kitap yazamayacağım anlamına geleceğinden korkuyordum. Ben de kitabı okumak yerine ko­modinimin çekmesine kilitleyip zamanı gelinceye kadar bu hayalimi beklemeye bıraktım.
Aradığım kitabı sonunda rafta buldum. Bir Elemanı İşten Atmanız İçin Altı İpucu (Resimli).
Resimler işe yaradı mı bilmem ama banyo aynasının kar­şısında durup yüzünde kaygılı bir ifade olan bir işveren gibi görünmeyi denedim. Bunu yapıp yapamayacağımdan emin olamadan ön sayfadaki yapışkan kâğıtlara yazdığım notları inceledim. Rose Danışmanlık adındaki iş bulma şirketim dört yıldır ayaktaydı. Mesleği icra eden dört kişiydik ve sekreterimiz Gemma da bize yardımcı oluyordu. Aslında onun gitmesini is­temiyordum ama gittikçe büyüyen ekonomik sıkıntı yüzünden bu yola başvurmak zorunda kalmıştım. Notlarımı incelerken kapı çaldı ve hemen arkasından Gemma içeri girdi.
Tiz bir sesle, "Gemma," diye haykırdım ve kitabı bece­riksizce ondan saklamaya çalıştım. Zaten sıkış tıkış olan rafa sığdırmaya çalıştığım kitap elimden kayıp yere, Gemma'nın ayağının dibine düştü.
Gemma kıkırdayarak kitabı almak için eğildi. Başlığı gö­rünce kıpkırmızı oldu. Şaşkın, dehşete düşmüş, kafası karışmış ve incinmiş ifadelerle bana baktı. Ağzımı açtım ama aklıma bir şey gelmeyince kapattım. Kitabın, haberi hangi sıraya göre vermemi önerdiğini anımsamaya çalıştım. Doğru cümleleri, doğru yüz ifadelerini kullan. İpucu ver, açık ol, empati kur, fazla duygusal olma, samimi bir iletişim kur. Bir saniye, yoksa samimi olmamak mı gerekiyordu? Hepsini anımsamam çok uzun sürdü ve o zamana kadar da Gemma zaten anladı.
Gemma kitabı bana verirken yaşlı gözlerle, "Evet, demek o aptal kitaplarından biri işe yaradı sonunda," dedi ve dönüp çantasını alarak hışımla ofisten çıktı.
Utanmama karşın sonunda kelimesini vurgulayarak söy­lemesine kırılmıştım. Ben bu kitaplara göre yaşıyordum ve işe yarıyordu.


"Alo?" Maguire'ın tatsız sesi telefonun diğer ucundan duyuldu.
"Dedektif Maguire, ben Christine Rose." Resepsiyondan gelen telefonların sesini engellemek için diğer kulağımı da par­mağımla kapatmıştım. Gemma hışımla ofisi terk ettikten sonra geri dönmemişti ve Gemma'nm işlerini paylaşmak için herkesi bir araya toplayamadığım gibi meslektaşlarım Peter ve Paul da insafsızca işten atılan birinin işini yapmayı reddediyordu. Yanlışlıkla olduğunu defalarca söylediğim halde herkes bana karşı duruyordu. "Niyetim onu kovmak değildi... en azından bugün." Yeterince iyi bir savunma sayılmazdı.
Korkunç bir sabahtı. Ama her ne kadar Gemma’nın kalması gerektiğini düşünsem de (Gemma'nın kanıtlamaya çalıştığı bir şeydi bu) banka hesabım buna izin vermiyordu. Barry'yle aldı­ğımız ev kredisinin yarısını hâlâ ödüyordum ve işlerin hallol­masını beklerken taşındığım tek odalı dairenin kirası için de bu aydan itibaren fazladan altı yüz avro ödemem gerekiyordu. Kimsenin istemediği daireyi ikimizin de geçinmesini sağlaya­mayacak bir fiyattan satmak zorunda kalacağımız için uzunca bir süre hazırdan yiyeceğimi biliyordum. Zor zamanların daha güçlü yöntemlerle aşılabileceği sözünün aksine Barry şimdi de mücevher koleksiyonuma karşı savaş açmış, bana verdiği en ufak parçayı dahi geri almıştı. O sabah telesekreterimdeki o sesle uyanmıştım.
Adımı anımsadığına şaşırsam da Maguire'ın yanıtı mem­nuniyetten uzak bir, "Evet?" olmuştu.
"İki haftadır arıyorum. Mesaj da bıraktım."
"Hepsini aldım, telesekreterimi doldurmuşlar. Paniğe ka­pılmana gerek yok. Başın belada filan değil."
Bu söz beni mahvetmişti. Başımın belada olabileceği ak­lımdan bile geçmemişti. "Aramamın sebebi bu değil."
"Öyle mi?" Şaşırmış numarası yaptı. "Çünkü gece on birde, özel bir arazideki boş bir apartmanda ne işin olduğunu bana hâlâ açıklamış değilsin."
Bunu düşünürken sessizliğimi bozmadım. Tanıdığım hemen herkes bana aynı soruyu sormuştu. Sormayanların da merak ettiği belliydi ama ben kimseye yanıt vermemiştim. Beni ye­niden sıkıştırmasına fırsat vermeden konuyu bir an önce de­ğiştirmeliydim.
"Simon Conway hakkında bilgi almak için aramıştım. Ce­nazeyle ilgili düzenlemeleri öğrenmek istiyordum. Gazetelerde hiçbir şey yazmıyor. Ama zaten üzerinden iki hafta geçtiği için kaçırdım." Kızgınlığımı sesime yansıtmamaya çalıştım. Daha fazla bilgi almak için onu aramıştım. Simon hayatımda koca bir delik açmış, aklıma bir sürü soru takılmasına sebep olmuştu. O günden sonra olanları ve söylenenleri öğrenmeden rahat ede­meyecektim. Ailesi için söylediği bütün güzel sözleri, onları ne kadar sevdiğini ve yaptığı şeyin onlarla bir ilgisi olmadığını anlatabilmem için ailesinin irtibat bilgilerini öğrenmeliydim. Gözlerine bakıp elimden geleni yaptığımı söylemek istiyordum. Onların acısını mı, yoksa kendi vicdan azabımı hafifletmek için mi istiyordum bunu bilemiyorum. Her ikisini de istemenin nesi yanlıştı? Maguire'a bu soruları sorarak çaresiz görünmek istemiyordum. Hem zaten bana söylemezdi. Ama yaşadıkları­mın üzerine bir çizgi çizemezdim. Daha fazlasını istiyordum, buna ihtiyacım vardı.
"İki şey söyleyeyim. Öncelikle bir kurbanla duygusal bağ kurma. Ben uzun zamandır bu oyunun içindeyim ve..."
"Oyun mu? Ben bir adamın gözlerimin önünde kafasına silah dayayıp kendini öldürmesine tanık oldum. Benim için bu bir oyun değil." Sesim çatladı ve bunun susmam için bir tavsiye olduğuna karar verdim.
Sessizlik oldu. İki büklüm olup yüzümü kapattım. Hata etmiştim. Toparlanıp boğazımı temizledim. "Alo?"
Uygun bir yanıt bekledim, alaycı ve soğuk bir yanıt. Ama gelmedi. Yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başlamıştı ve şu anda her neredeyse, bulunduğu yer de sessizliğe gömülmüştü. O anda herkesin durup beni dinlediğinden korktum.
İlk defa nazik bir sesle, "Bu tür durumlardan sonra konu­şabileceğin kişiler var burada," dedi. "O gece de söylemiştim. Bir kartvizit de vermiştim. Onu sakladın mı?"
"Kimseyle konuşmaya ihtiyacım yok benim," dedim öfkeyle.
"Elbette." Maguire iyi adam rolünden sıyrıldı. "Bakın, siz lafımı bölmeden önce şunu söyleyecektim. Cenaze bilgileri yok. Cenaze olmadı çünkü. Nereden bilgi alırsınız bilmem ama seni yalancılıkla suçluyorlar."
"Ne demek istiyorsun?"
"Yalan söylediğinizi söylüyorlar dedim."
"Hayır, cenaze olmadı derken ne demek istiyorsun?"
Kendisi için yeterince açık olan bir şeyin açıklamasını yap­maktan bıkmış gibiydi Maguire. "Ölmedi. En azından henüz. Hastanede. Nerede olduğunu öğrenirim. Onları arayıp görüşmek istediğini bildiririm. Ama komada olduğu için konuşabileceğini sanmıyorum."
Dilim tutulmuş halde öylece kalakaldım.
Uzun bir sessizlik oldu.
"Başka bir şey var mıydı?" Yine hareket halindeydi, bir kapının sertçe kapandığını duydum. Şimdi yine gürültülü bir yerdeydi.
Kendimi koltuğuma bırakırken ufacık da olsa bir şey dü­şünmeye çalışıyordum.
Ve bazen bir mucizeyle karşılaştığınızda her şeyin mümkün olabileceğine inanırsınız.


Çekiliş

 
a Rafflecopter giveaway


Sayfa çekilişimize katılmayı da unutmayın...


8 yorum:

  1. Biri çekiliş mi dediiii. :D hemen geldimm. :) bu kitabın kapağı çok hoşuma gidiyordu yaa allam inşallah bana çıkar. :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hoşgeldinn (: İnşallah çok isteyen birine çıkar. Ben daha bitiremedim ama kızlar bayıldı (: Kapağı kadar kendisi de güzelmiş :D

      Sil
    2. Kim kazandı şimdi bunuuuu. :D ben olmadığım kesin ama merak ettim yine de. :D

      Sil
    3. Sayfada açıkladım geçtiğimiz günlerde :D Sen de olabilirsin bilemedim valla adını bilmediğim için :3

      Sil
    4. Hıı bakmıştım sayfaya ama facebook kazananları dediği için bu çekiliş olduğunu düşünmemiştim. :D ben yine kazanamadım yaaaa. üff :(

      Sil
    5. Hem face hem raff yazıyor diğerini kaçırmış olmayasın bir daha bak gitmesin çıktıysa :D
      Musibet Şafağı da sayfada açıklandı bu arada (:

      Sil
    6. Iı-ıh onuda kazanamamışım. Zaten Kristal adıyla katılıyorum çekilişlere. :D Şansım yok hiç benim yaaa 50 tane çekilişe katıldım bi tanesini bile kazanamadım. :D

      Sil
    7. Rakip çok ya ondan gecikiyordur :D Ama illa çıkar katılmaya devam :D

      Sil

Yorum bıraktığınız için teşekkürler. En kısa sürede döneceğim (: