Bir Erkeği Nasıl Susturursunuz?
Aynı yere iki defa
yıldırım düşmeyeceği söylenir. Yanlış. Evet, böyle söylendiği doğrudur ama
asılsız bir bilgidir bu.
NASA'da çalışan bilim
insanları bulutla yer arasındaki bu elektrik boşalmasının genellikle iki veya
daha fazla yeri vurduğunu ve yıldırım çarpma olasılığının tahmin edilenden
yaklaşık yüzde kırk beş oranında daha yüksek olduğunu keşfetmişlerdir. Ancak
insanların asıl kastettiği, yıldırımın farklı zamanlarda aynı yere bir daha
asla düşmeyeceğidir ki bu da asılsız bir savdır. Yıldırım çarpmasına maruz
kalma olasılığı üç binde bir olsa da Virginia'da koruculuk yapan Roy Cleveland
Sullivan'a, 1942 ve 1977 yılları arasında yedi farklı zamanda yıldırım
çarpmıştır. Ancak söylentilere göre ölümü, aşkına karşılık bulamadığı için
yetmiş bir yaşında kendini karnından vurduğunda gerçekleşmiştir.
İnsanlar yıldırım örneğinden
vazgeçip yalnızca kastettikleri şeyi ifade edecek olsalar, gerçekleşme
ihtimali son derece düşük bir şeyin aynı kişinin başına bir daha asla
gelmeyeceğini söylerlerdi. Ve bu da doğru değildir. Roy'un ölüm sebebiyle ilgili
söylenenler doğruysa, gönül yarası kendine özgü bir keder taşır ve Roy
gerçekleşme olasılığı çok düşük olan talihsizliğin yeniden yaşanma ihtimalinin
çok yüksek olduğunu herkesten iyi anlardı. Bu da beni hikâyemin ana fikrine,
yani gerçekleşme olasılığı çok düşük iki olaydan ilkine taşıyor.
Dublin'in dondurucu aralık
gecelerinden birinde saat on biri gösterirken kendimi daha önce hiç gitmediğim
bir yerde buldum. Psikolojik durumumu anlatmak için böyle bir benzetme
yapmıyorum. Söylediklerim gerçek; kelimenin tam anlamıyla burada daha önce hiç
bulunmadığımı söylüyorum. Güney tarafındaki terk edilmiş toplu konutların
yönünden buz gibi bir rüzgâr esiyor, kırık camlara vurup iskele malzemelerini
sallayarak korkunç sesler çıkartıyordu. Pencere olması gereken yerlerde
kapkara delikler görünüyordu. Ürkütücü çukurları ve ters dönmüş parke
taşlarıyla yarım bırakılmış yüzeyler, balkonlara ve çıkış noktalarına yığılmış
borular, gelişigüzel başlayıp nerede bittiği belli olmayan teller ve boru
sistemi vardı. Burası bir trajedi oyununun sahnesini anımsatıyordu.
Sıfırın altındaki hava
sıcaklığı bir yana, bu görüntü bile tek başına kanımı dondurdu. Bina aslında
içinde uyuyan ailelerle dolu olmalıydı. Işıklar söndürülmeli, perdeler çekilmeliydi.
Oysa şimdi hiçbir yaşam belirtisi yoktu ve fahiş fiyatlar karşılığında vaat
ettikleri konforu sunamayan müteahhitlerin yalanlarına maruz kalıp yangın
güvenliği sağlanamadığı için endişeyle yaşamaya terk edilen ev sahipleri de
sonunda binayı boşaltmak zorunda kalmıştı.
Orada olmamalıydım,
izinsiz girmiştim ama beni endişelendiren bu değildi. Tehlikeli bir şey
yapmıştım. Sıradan, alelade biri için tatsız bir durumdu bu. Hemen dönüp
geldiğim yönden geri gitmeliydim. Bütün bunları bilmeme karşın ısrarla yoluma
devam ederek içeri girdim.
Kırk beş dakika sonra yine
dışarıdaydım ve tir tir titrerken 999 hattındaki santral memurunun talimatına
uyarak gardai’nin* gelmesini bekliyordum. Uzaktan gelen ambulans
ışıklarını gördüm. Peşinde de tepe lambası yanmayan bir garda aracı vardı. Dedektif
Maguire tıraşsız yüzü, darmadağınık saçları ve vahşi olmasa da sert görünümüyle
araçtan indi. Kutudan fırlayan kukla gibi her an patlamaya hazır, duygusal
yönden huzursuz biri olduğunu çoktan anlamıştım. Genel olarak bir rock yıldızı
kadar havalı görünse de kırk yedi yaşında, görevinin bilincinde bir dedektif
olması o havayı söndürmüştü ve içine düştüğüm durumun ciddiyetini vurguluyordu.
_____________________
*
İrlanda
ulusal polis gücü. (ç. n.)
Dedektif Maguire'a,
güvenlik sebeplerinden ötürü diğer elli aileyle birlikte tahliye edilen binaya
girdiğimde karşılaştığım otuz altı yaşındaki Simon Conway'le ilgili
bildiklerimi anlattım. Simon en çok paradan, içinde
yaşamasına izin verilmeyen dairenin kredisini ödemeye zorlandığından, şimdi
yerleştirildiği eve ödeme yapmamak için açtığı davanın beklemede olduğundan ve
işini kaybettiğinden bahsetmişti. Simon'la konuşmamı Dedektif Maguire'a
aktardım. Ona söylediklerim çoktan aklımdan uçup gitmişti ve söylediğimi
düşündüğüm şeylerle söylemem gerektiğini fark ettiğim şeyler arasında gidip
geliyordum.
Simon Conway denen adam karşıma
çıktığında elinde bir silah vardı. Sanırım terk edilmiş evinde aniden ortaya
çıkmam onu pek şaşırtmamıştı. Onunla konuşmam için polisin beni gönderdiğini
sandı ve ben de bozuntuya vermedim. O kapkara silahı elinde tutup salladığında
korkumdan diz çöküp eğilmemek, hatta zaman zaman odadan kaçmamak için kendimi
zor tutarken yan odada bir ordu insan olduğunu düşünmesini istedim. İçim panik
ve korkuyla dolarken silahı bırakması için onu tatlı bir dille ikna etmeye,
yatıştırmaya çalıştım. Çocuklarından konuştuk. İçine düştüğü karanlıkta ona
yol göstermek için elimden geleni yaptım ve sonunda silahını mutfak tezgâhına
koymaya ikna olunca gardai'yi aradım. Telefonu kapattığımda bir şey oldu.
Zararsız olmasına karşın söylememem gerektiğini o anda anladığım sözlerim bir
şeyi tetikledi.
Simon bana baktı ve
aslında beni görmediğini anladım. Yüzü değişti. Kafamın içinde alarm zilleri
çalmaya başladı ama bir şey söylemeye ya da yapmaya fırsat bulamadan Simon
silahı alıp kafasına nişan aldı. Ve tetiğe bastı.
2
Kocanızı Nasıl Terk Edersiniz?
(Onu Kırmadan)
Bazen hakiki, apaçık bir
şey gördüğünüzde ya da yaşadığınızda rol yapmayı bırakmak istersiniz. Kendinizi
gerizekâlı, şarlatan gibi hissedersiniz. Masum ve zararsız olsun olmasın, yapay
olan her şeyden ya da evliliğiniz gibi daha ciddi şeylerden kaçıp kurtulmak
istersiniz. Benim başıma gelen de buydu.
Bir kişi biten evlilikleri
kıskandığını fark ettiğinde kendi evliliğinde sorun olduğunu bilmelidir. Son
birkaç aydır ben de o noktadaydım. Bir şeyi bildiğiniz ama aynı zamanda da emin
olamadığınız o olağan dışı yolda. Bittiğinde aslında yanlış bir evlilik
yaptığımı başından beri bildiğimi fark ettim. Onu yaşarken mutlu anlarım
olmuştu ve içimde hep bir ümit taşımıştım. Ve olumlu düşünmek birçok güzel
şeyin esası olsa da her şeyi iyiye yormak tek başına sağlam bir evlilik temeli
kurmaya yetmiyordu. Ama Simon Conway deneyimi dediğim olay
gözlerimi açmama yardımcı oldu. Hayatımdaki en gerçek şeylerden birine tanık
olmuştum ve bu da rol yapmaktan vazgeçmek istememe sebep oldu. Gerçek olmak
istiyordum, hayatımdaki her şeyin doğru ve dürüst olmasını istiyordum.
Ablam Brenda evliliğimi
bitirmemi bir tür travma sonrası stres bozukluğuna bağladığı için bu konuda
birinden destek almam için bana yalvarıyordu. Ona zaten biriyle konuştuğumu,
içsel konuşmamın uzunca bir süre önce başladığını söyledim. Bir bakıma da
öyleydi. Simon kaçınılmaz olanı hızlandırmıştı yalnızca. Brenda'nın
beklediği yanıt bu değildi elbette. Profesyonel eğitim almış biriyle konuşmaktan
bahsediyordu. Hafta ortasında, bir gece yarısı mutfakta bir şişe şarap
eşliğinde ipe sapa gelmez konulardan bahsetmekten değil.
Kocam Barry zor
zamanlarımda beni anlamaya çalışıp destek vermişti. O da bu ani kararımın
kısmen o silah patlamasıyla ilgili olduğuna inanıyordu. Ama eşyalarımı
toplayıp evden gittiğimde ciddi olduğumu görünce bana en iğrenç lafları etmekte
gecikmedi. Onu suçlamadım. Ama şişman olmadığımı biliyordum elbette. Herkesin
kafasının karıştığını ve yaptığım şeye inanamamalarını anlıyordum. Mutsuzluğumu
çok iyi gizlemiş olmam da büyük bir etkendi. Zamanlamam ise çok daha büyük
etken oldu.
Simon Conway deneyiminin
yaşandığı gece, o korkunç çığlığın kendi ağzımdan çıktığını fark ettikten,
polisi ikinci defa aradıktan, rapor edilmek üzere ifadem alındıktan,
EuroSpar'dan* aldığım plastik bardaktaki sütlü çayı içtikten sonra
eve gidip dört şey yaptım. Öncelikle, kendimi olay anından arındırma çabasıyla
duşa girdim. İkinci olarak Kocanızı Nasıl Terk Edersiniz?
(Onu Kırmadan) kitabını karıştırmaya başladım. Üçüncü olarak
elimde bir kahve ve bir tostla onu uyandırıp evliliğimizin bittiğini söyledim
ve dördüncü olarak da beni sorgulamaya başladığında bir adamın kendini
vurduğuna tanık olduğumu anlattım. Geri dönüp düşündüğümde, Barry'nin
evliliğimizden çok adamın kendini vurmasıyla ilgili sorular sorduğunu
anımsıyorum.
_____________________
*
İrlanda'da
bir süpermarketler zinciri, (ç. n.)
O zamandan beri
davranışları beni şaşırtmış, şaşkınlığım beni eşit derecede şoka sokmuştu çünkü
bu konularda bilgili olduğumu sanırdım. Doğru bir karar olup olmadığını
anlamak, hazırlıklı ve farkında olmak adına bu büyük hayat sınavından önce
araştırmalar yapmış, evliliğimizi bitirme kararının ikimizi nasıl etkileyeceği
üzerine kitaplar okumuştum. Evliliğini bitiren arkadaşlarım vardı ve geç
saatlere kadar her iki tarafı da dinlediğim geceler olmuştu. Buna karşın
kocamın böyle bir adama dönüşeceği, kişiliğinin tamamen değişeceği, sert ve
kötülüğünün yanı sıra soğuk ve huysuz biri olacağı aklıma gelmemişti. Evimiz
artık onundu. İçeriye adımımı dahi atmama izin vermiyordu. Arabamız da artık
onundu, benim kullanmama izin vermiyordu. Ve bizim olan diğer her şeyi almak
için de elinden geleni yapıyordu. İstemediği şeyleri bile. Çocuklarımız olsa
onları da yanına alıp bana göstermeyecekti. Kahve makinesi konusunda netti.
Espresso fincanlarını sahipleniyor, tost makinesi konusu açıldığında kendini
kaybediyor, çaydanlık deyince köpürüyordu. Benim oturma odası ve yatak odasında
yaptığım gibi onun da mutfakta kendinden geçmesine, hatta çişimi yaparken bana
bağırmak için peşimden tuvalete gelmesine bile izin veriyordum. Elimden
geldiğince sabırlı ve anlayışlı olmaya çalışıyordum. Ben hep iyi bir dinleyici
olmuşumdur. Onu sonuna kadar dinleyebilirdim ama açıklama yapmak konusunda
başarılı değildim ve aslında onun istediği açıklamaya benim de ihtiyacım
olduğunu fark etmem beni şaşırtmıştı. İçten içe onun da evliliğimiz konusunda
aynı şeyleri hissettiğinden emindim. Ama böyle bir şeyin onun başına gelmesine o kadar üzülmüştü
ki ikimizin de başından beri yanlış olan bir şeyin içine tıkılıp kaldığımızı
hissettiğimiz anlar olduğunu unutmuştu. Öfkeliydi ve öfke çoğu zaman gerçeklere
kulak tıkar. O da bu durumdaydı. Böylece öfke nöbetlerinin geçmesini bekleyip
bir ara dürüstçe konuşabileceğimizi ümit ettim.
Aslında haklı sebeplerim
olduğunu biliyordum ama ona yaptığım şey yüzünden hissettiğim acıyla
yaşayamıyordum. Dolayısıyla bunun ve bir adamın kendini vurmasına engel
olamayışımın ağırlığını omuzlarımda hissetmeye başladım. Aylardır düzenli bir
uyku çekmemiştim ve şimdi haftalardır hiç
uyumamışım gibi hissediyordum.
Masamın karşısındaki
koltukta oturan müşterime, "Oscar," dedim. "Otobüs şoförü seni
öldürmek falan istemiyor."
"İstiyor. Benden
nefret ediyor. Onu ve bana nasıl baktığını görmediğin için sen bilemezsin
tabii."
"Peki sence otobüs
şoförü sana neden öyle bakıyor?"
Oscar omuz silkti.
"Otobüs durur durmaz kapıları açıp gözlerini üzerime dikiyor."
"Sana bir şey
söylüyor mu?"
"Otobüse binersem
söylemiyor. Binmezsem homurdanıyor."
"Otobüse binmediğin
zamanlar da mı oluyor?"
Oscar gözlerini devirip
parmaklarına baktı. "Bazen benim koltuğuma başkası oturmuş oluyor."
"Senin koltuğun mu? Bak bu yeni bir şey. Ne
koltuğu?"
Oscar kapana kısıldığını
anlayıp iç geçirdi ve itiraf etti. "Bak, otobüsteki herkes bana bakıyor,
tamam mı? O duraktan binen tek kişi benim ve hepsi de bana bakıyor. Hepsi
gözünü dikip bana baktığı için şoförün arkasındaki koltuğa oturuyorum. Hani şu
yan tarafta, pencereye bakan koltuğa. Pencere yanı, otobüsün geri kalanından
ayrılmış gibi."
"Kendini orada
güvende mi hissediyorsun?"
"Orası mükemmel.
Şehre kadar o koltukta gidebiliyorum. Ama bazen şu özel ilgiye muhtaç kız oraya
oturmuş oluyor. iPod'unu açıp bütün otobüsün duyabileceği yükseklikte Steps'in
şarkılarına eşlik ediyor. Kız oradaysa otobüse binemiyorum ve bunun tek sebebi
özel ilgiye muhtaç kişilere dayanamamam değil. Orası benim koltuğum olduğu için
binemiyorum, anlıyor musun? Otobüs durana kadar da orada oturup oturmadığını
bilmiyorum. O yüzden koltuğun dolu olup olmadığını kontrol ediyorum ve o
oradaysa binmiyorum. Ve otobüs şoförü benden nefret ediyor."
"Bu ne zamandır böyle
devam ediyor?"
"Bilmiyorum, birkaç
hafta olabilir."
"Oscar, bunun ne
anlama geldiğini biliyorsun. Şimdi baştan başlamamız gerekiyor."
"Olamaz." Oscar
yüzünü ellerine gömüp kendini bıraktı. "Ama şehre varmak üzereydim."
"Asıl kaygını daha
sonra hissedeceğin korkulara yansıtmamaya çalış. Şimdi dinle. Yarın otobüse
bineceksin. Otobüste boş bulduğun
herhangi bir koltuğa oturacaksın ve bir durak gideceksin. Sonra
otobüsten inip eve yürüyebilirsin. Ertesi gün, yani çarşamba günü otobüse binip
boş bulduğun herhangi bir yere
oturacaksın ve iki durak gittikten sonra inip eve yürüyeceksin. Perşembe günü
üç durak, cuma günü de dört durak gideceksin, anladın mı? Adım adım
ilerleyeceksin. Küçük adımlarla ilerleyip sonunda oraya varacaksın."
Kimi ikna etmeye
çalıştığımdan emin değildim. Onu mu, kendimi mi?
Oscar yavaşça yüzünü
kaldırdı. Yüzünün rengi kaçmıştı.
"Bunu
yapabilirsin," dedim nazikçe.
"Söylemesi
kolay."
"Yapması kolay değil,
biliyorum. Nefes tekniklerini çalış. Yakında sandığın kadar zor olmayacak.
Şehre varana kadar otobüste kalmayı başaracaksın ve korkunun yerini mutluluk
alacak. En kötü anların en mutlu anlarına dönüşecek, çünkü büyük sıkıntıların
üstesinden gelmiş olacaksın."
Kafası karışmış gibi
görünüyordu.
"Bana güven."
"Güveniyorum ama o
kadar cesur olduğumu hissetmiyorum."
"Cesur adam korku
duymayan değil, korkusunu yenen adamdır."
"Senin kitaplarından
birinde mi yazıyor bu?" Odamdaki kişisel gelişim kitaplarıyla dolu rafları
işaret etti.
"Nelson
Mandela," dedim ve gülümsedim.
"Keşke iş bulma
işinde çalışmasaydın. Senden iyi bir psikolog olurdu," dedi sandalyeden
kalkarken.
"Evet, şey, aslında
bunu ikimiz için yapıyorum. Otobüste dört duraktan fazla gitmeyi başarırsan iş
bulma şansın da artacaktır." Sesimdeki gerginliği gizlemeye çalıştım.
Oscar fazlasıyla nitelikli, harika bir gençti ve ona kolayca iş bulabilirdim.
Aslında üç defa bulmuştum ama yolculukla ilgili sıkıntıları yüzünden iş
seçenekleri sınırlıydı. Her gün gidebileceği bir işe başlayabilmesi için
korkularını yenmesine yardımcı olmaya çalışıyordum. Araba kullanmayı
öğrenmekten de korkuyordu. Ona sürüş dersi de veremezdim ama sonunda toplu
taşıma araçlarına binme korkusunu yenmeye karar verdi. Arkasındaki saate
baktım. "Tamam, şimdi Gemma'yla önümüzdeki hafta için bir randevu
ayarlayın. Nasıl geçtiğini dinlemek için sabırsızlanıyorum."
Kapıyı arkasından kapatır
kapatmaz yüzümdeki tebessüm silindi ve kitaplıktan,
Nasıl koleksiyonumdaki kitaplardan birini aradım. Müşteriler bu
kadar çok kitabım olmasına hayret ediyordu. Ben de arkadaşım Amelia'nın küçük
kitapçı dükkânını tek başıma ayakta tutabileceğime inanıyordum. Sorunların
içinde kaybolduğumda ya da müşterilerin sıkıntısına çözüm aradığımda kitaplara
başvuruyor, sıkıntılarımı onlar sayesinde gideriyorum. Son on yıldır ben de
kitap yazmayı hayal ediyorum ama hikâyemi yazmaya hazır bir şekilde masamın
başına oturup bilgisayarı açmanın ötesine henüz gidebilmiş değilim. Sonunda o
beyaz ekrana ve yanıp sönen imlece, yaratıcılık dalgalanmalarımı yansıtan
karşımdaki boşluğa bakakalıyorum yalnızca.
Ablam Brenda benim kitap
yazmaktan çok kitap yazma fikriyle ilgilendiğimi söylüyor, çünkü eğer gerçekten
yazmak istesem kitap için olsun olmasın her gün kendim için bir şeyler
yazarmışım. Bir yazar fikri, bilgisayarı, kalemi, kâğıdı olsun olmasın kendini
yazmak zorunda hissedermiş. Yazma isteklerini belli kalemlerinin markası, rengi
ya da sütlü kahvelerinin yeterince şekerli olup olmaması belirlemezmiş ki
bunlar yazmaya karar verdiğimde benim yaratıcılığımı engelleyen ve dikkatimi
dağıtan unsurlardı. Brenda çoğu zaman saçma sapan yorumlar yapardı ama bir kez
de olsa hakkımda doğru bir gözlem yapmasından korkuyordum. Yazmak istiyordum,
yalnızca yazıp yazamayacağımı bilmiyordum ve başladıktan sonra yazamadığımı
görmekten korkuyordum. Aylardır yatağımın yanı başında duran İyi Bir Roman Nasıl Yazılır? adlı
kitapla uyuyordum ama henüz bir kez olsun kapağını açmamıştım. Oradaki
ipuçlarını uygulayamazsam bunun, asla kitap yazamayacağım anlamına geleceğinden
korkuyordum. Ben de kitabı okumak yerine komodinimin çekmesine kilitleyip
zamanı gelinceye kadar bu hayalimi beklemeye bıraktım.
Aradığım kitabı sonunda
rafta buldum. Bir Elemanı İşten Atmanız İçin Altı İpucu
(Resimli).
Resimler işe yaradı mı
bilmem ama banyo aynasının karşısında durup yüzünde kaygılı bir ifade olan bir
işveren gibi görünmeyi denedim. Bunu yapıp yapamayacağımdan emin olamadan ön
sayfadaki yapışkan kâğıtlara yazdığım notları inceledim. Rose Danışmanlık
adındaki iş bulma şirketim dört yıldır ayaktaydı. Mesleği icra eden dört
kişiydik ve sekreterimiz Gemma da bize yardımcı oluyordu. Aslında onun
gitmesini istemiyordum ama gittikçe büyüyen ekonomik sıkıntı yüzünden bu yola
başvurmak zorunda kalmıştım. Notlarımı incelerken kapı çaldı ve hemen
arkasından Gemma içeri girdi.
Tiz bir sesle,
"Gemma," diye haykırdım ve kitabı beceriksizce ondan saklamaya
çalıştım. Zaten sıkış tıkış olan rafa sığdırmaya çalıştığım kitap elimden kayıp
yere, Gemma'nın ayağının dibine düştü.
Gemma kıkırdayarak kitabı
almak için eğildi. Başlığı görünce kıpkırmızı oldu. Şaşkın, dehşete düşmüş,
kafası karışmış ve incinmiş ifadelerle bana baktı. Ağzımı açtım ama aklıma bir
şey gelmeyince kapattım. Kitabın, haberi hangi sıraya göre vermemi önerdiğini
anımsamaya çalıştım. Doğru cümleleri, doğru yüz
ifadelerini kullan. İpucu ver, açık ol, empati kur, fazla duygusal olma, samimi
bir iletişim kur. Bir saniye, yoksa samimi olmamak mı gerekiyordu?
Hepsini anımsamam çok uzun sürdü ve o zamana kadar da Gemma zaten anladı.
Gemma kitabı bana verirken
yaşlı gözlerle, "Evet, demek o aptal kitaplarından biri işe yaradı
sonunda," dedi ve dönüp çantasını alarak hışımla ofisten çıktı.
Utanmama karşın sonunda kelimesini vurgulayarak söylemesine
kırılmıştım. Ben bu kitaplara göre yaşıyordum ve işe yarıyordu.
"Alo?"
Maguire'ın tatsız sesi telefonun diğer ucundan duyuldu.
"Dedektif Maguire,
ben Christine Rose." Resepsiyondan gelen telefonların sesini engellemek
için diğer kulağımı da parmağımla kapatmıştım. Gemma hışımla ofisi terk
ettikten sonra geri dönmemişti ve Gemma'nm işlerini paylaşmak için herkesi bir
araya toplayamadığım gibi meslektaşlarım Peter ve Paul da insafsızca işten
atılan birinin işini yapmayı reddediyordu. Yanlışlıkla olduğunu defalarca
söylediğim halde herkes bana karşı duruyordu. "Niyetim onu kovmak
değildi... en azından bugün." Yeterince iyi bir savunma sayılmazdı.
Korkunç bir sabahtı. Ama
her ne kadar Gemma’nın kalması gerektiğini düşünsem de (Gemma'nın kanıtlamaya
çalıştığı bir şeydi bu) banka hesabım buna izin vermiyordu. Barry'yle aldığımız
ev kredisinin yarısını hâlâ ödüyordum ve işlerin hallolmasını beklerken
taşındığım tek odalı dairenin kirası için de bu aydan itibaren fazladan altı
yüz avro ödemem gerekiyordu. Kimsenin istemediği daireyi ikimizin de
geçinmesini sağlayamayacak bir fiyattan satmak zorunda kalacağımız için uzunca
bir süre hazırdan yiyeceğimi biliyordum. Zor zamanların daha güçlü yöntemlerle
aşılabileceği sözünün aksine Barry şimdi de mücevher koleksiyonuma karşı savaş
açmış, bana verdiği en ufak parçayı dahi geri almıştı. O sabah
telesekreterimdeki o sesle uyanmıştım.
Adımı anımsadığına
şaşırsam da Maguire'ın yanıtı memnuniyetten uzak bir, "Evet?"
olmuştu.
"İki haftadır
arıyorum. Mesaj da bıraktım."
"Hepsini aldım,
telesekreterimi doldurmuşlar. Paniğe kapılmana gerek yok. Başın belada filan
değil."
Bu söz beni mahvetmişti.
Başımın belada olabileceği aklımdan bile geçmemişti. "Aramamın sebebi bu
değil."
"Öyle mi?"
Şaşırmış numarası yaptı. "Çünkü gece on birde, özel bir arazideki boş bir
apartmanda ne işin olduğunu bana hâlâ açıklamış değilsin."
Bunu düşünürken
sessizliğimi bozmadım. Tanıdığım hemen herkes bana aynı soruyu sormuştu.
Sormayanların da merak ettiği belliydi ama ben kimseye yanıt vermemiştim. Beni
yeniden sıkıştırmasına fırsat vermeden konuyu bir an önce değiştirmeliydim.
"Simon Conway hakkında
bilgi almak için aramıştım. Cenazeyle ilgili düzenlemeleri öğrenmek
istiyordum. Gazetelerde hiçbir şey yazmıyor. Ama zaten üzerinden iki hafta
geçtiği için kaçırdım." Kızgınlığımı sesime yansıtmamaya çalıştım. Daha
fazla bilgi almak için onu aramıştım. Simon hayatımda koca bir delik
açmış, aklıma bir sürü soru takılmasına sebep olmuştu. O günden sonra olanları
ve söylenenleri öğrenmeden rahat edemeyecektim. Ailesi için söylediği bütün
güzel sözleri, onları ne kadar sevdiğini ve yaptığı şeyin onlarla bir ilgisi
olmadığını anlatabilmem için ailesinin irtibat bilgilerini öğrenmeliydim.
Gözlerine bakıp elimden geleni yaptığımı söylemek istiyordum. Onların acısını
mı, yoksa kendi vicdan azabımı hafifletmek için mi istiyordum bunu bilemiyorum.
Her ikisini de istemenin nesi yanlıştı? Maguire'a bu soruları sorarak çaresiz
görünmek istemiyordum. Hem zaten bana söylemezdi. Ama yaşadıklarımın üzerine
bir çizgi çizemezdim. Daha fazlasını istiyordum, buna ihtiyacım vardı.
"İki şey söyleyeyim.
Öncelikle bir kurbanla duygusal bağ kurma. Ben uzun zamandır bu oyunun
içindeyim ve..."
"Oyun mu? Ben bir adamın gözlerimin önünde kafasına silah
dayayıp kendini öldürmesine tanık oldum. Benim için bu bir oyun değil." Sesim çatladı ve
bunun susmam için bir tavsiye olduğuna karar verdim.
Sessizlik oldu. İki büklüm
olup yüzümü kapattım. Hata etmiştim. Toparlanıp boğazımı temizledim.
"Alo?"
Uygun bir yanıt bekledim,
alaycı ve soğuk bir yanıt. Ama gelmedi. Yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya
başlamıştı ve şu anda her neredeyse, bulunduğu yer de sessizliğe gömülmüştü. O
anda herkesin durup beni dinlediğinden korktum.
İlk defa nazik bir sesle,
"Bu tür durumlardan sonra konuşabileceğin kişiler var burada," dedi.
"O gece de söylemiştim. Bir kartvizit de vermiştim. Onu sakladın mı?"
"Kimseyle konuşmaya
ihtiyacım yok benim," dedim öfkeyle.
"Elbette."
Maguire iyi adam rolünden sıyrıldı. "Bakın, siz lafımı bölmeden önce şunu
söyleyecektim. Cenaze bilgileri yok. Cenaze olmadı çünkü. Nereden bilgi
alırsınız bilmem ama seni yalancılıkla suçluyorlar."
"Ne demek
istiyorsun?"
"Yalan söylediğinizi
söylüyorlar dedim."
"Hayır, cenaze olmadı
derken ne demek istiyorsun?"
Kendisi için yeterince
açık olan bir şeyin açıklamasını yapmaktan bıkmış gibiydi Maguire.
"Ölmedi. En azından henüz. Hastanede. Nerede olduğunu öğrenirim. Onları
arayıp görüşmek istediğini bildiririm. Ama komada olduğu için konuşabileceğini
sanmıyorum."
Dilim tutulmuş halde
öylece kalakaldım.
Uzun bir sessizlik oldu.
"Başka bir şey var
mıydı?" Yine hareket halindeydi, bir kapının sertçe kapandığını duydum.
Şimdi yine gürültülü bir yerdeydi.
Kendimi koltuğuma
bırakırken ufacık da olsa bir şey düşünmeye çalışıyordum.
Ve bazen bir mucizeyle
karşılaştığınızda her şeyin mümkün olabileceğine inanırsınız.
Çekiliş
Sayfa çekilişimize katılmayı da unutmayın...
Biri çekiliş mi dediiii. :D hemen geldimm. :) bu kitabın kapağı çok hoşuma gidiyordu yaa allam inşallah bana çıkar. :D
YanıtlaSilHoşgeldinn (: İnşallah çok isteyen birine çıkar. Ben daha bitiremedim ama kızlar bayıldı (: Kapağı kadar kendisi de güzelmiş :D
SilKim kazandı şimdi bunuuuu. :D ben olmadığım kesin ama merak ettim yine de. :D
SilSayfada açıkladım geçtiğimiz günlerde :D Sen de olabilirsin bilemedim valla adını bilmediğim için :3
SilHıı bakmıştım sayfaya ama facebook kazananları dediği için bu çekiliş olduğunu düşünmemiştim. :D ben yine kazanamadım yaaaa. üff :(
SilHem face hem raff yazıyor diğerini kaçırmış olmayasın bir daha bak gitmesin çıktıysa :D
SilMusibet Şafağı da sayfada açıklandı bu arada (:
Iı-ıh onuda kazanamamışım. Zaten Kristal adıyla katılıyorum çekilişlere. :D Şansım yok hiç benim yaaa 50 tane çekilişe katıldım bi tanesini bile kazanamadım. :D
SilRakip çok ya ondan gecikiyordur :D Ama illa çıkar katılmaya devam :D
Sil