Perşembe, Temmuz 10, 2014

RKBT 1. Gün || Hakan Yaman "Romancı" || Önokuma ve Çekiliş

Hakan Yaman 
Romancı 

Birinci bölüm 

Korku 

Karşımda dolaşıyor Cavalı melez bir orospu gibi korku. 
Nâzım Hikmet, Jokond ile Sİ-YA-U 

Bu sabaha kadar çifte cinayetten aranıyordum,  artık aranmıyorum, ama hâlâ korkuyorum. Korku  henüz terk etmedi yorgun bedenimi. Damarlarımda  geziyor, zehirli, irinli, kara bir kan gibi... Kes  parmağını, em tükür, em tükür, em tükür, diyor  bir ses içimden; yılan sokmuş seni. Hep aynı tiz  ses, benim iç sesim; boğuk, titrek, kuru, şizoit...  Kaçmak, kurtulmak istiyorum ondan; kulaklarımı tıkıyorum ama bir işe yaramıyor; daha da büyüyor. Bu defa etraftaki her şey onunla birleşip, korkumu  derinleştiriyor. Odadaki kararmış ayna mesela, ona baktım az önce, yine korkuyu gördüm zayıf yüzümde. Korku, yok olmaya başlamış bir gülümseme gibi donup kalmış gözlerimde; korku  bir yemek artığı mor dudaklarımda, akmış bir makyaj yanaklarımda, korku bir tıraş köpüğü  kalıntısı kulakmememde... Günlerce taşımışım onu, yağmurlarla silinmemiş, sularla temizlenmemiş. Akşam canilerin elinden canını zor kurtarmış bir travestinin soluk yüzünü andırıyor yüzüm. İsli bir korku ele geçirmiş bedenimi, üzerime katran gibi yapışıp kalmış, aynada gördüm onu. Bir tuvalet masası aynasının yarısı kadar, çerçevesi varaklı, sağ alt köşesi kırık, eski bir ayna bu. Bomboş bir duvarda tek başına duruyor ve yine bomboş bir duvarın yalnızlığını tek başına yansıtıyor. Kalın perdelerin arasından sızan bulanık bir ışık aynayı ikiye bölüyor. Pencerenin önündeki koltukla sehpanın bir bölümü, karanlık, donuk bir kütle halinde aynanın içinde duruyor. Az önce ellerimi uzattım aynaya, cinayetleri işleyen kanlı ellerimi uzattım usulca. Aynanın saydam, akışkan yüzeyinde kayboldular; aynanın içinde günahlarından arındılar. Bıçak, kan, titremeler, kasılmalar, mor damarlar, hepsi vardı, eller yoktu sanki. Korkunun uzun, sessiz, alaycı hükümranlığı vardı bir de... 

Evet, bu sabaha kadar çifte cinayetten aranan bir katil zanlısıydım. Şimdi kısa bir süreliğine aranmıyorum. Suçsuzum demedim; suçluyum. 

Şimdilik birileri polisi oyalıyor, bana nefes aldırmaya çalışıyor diyelim. Her şeyi anlatacağım size, olanları öğreneceksiniz; öğrenince de benden nefret edecek, tiksineceksiniz. Ne aşağılık, ne korkak, ne adi, ne şerefsiz bir herifmişsin sen, diyeceksiniz, biliyorum. Ama elimde değil, korkuyorum. İçeri girmekten, korkuyorum. Zindanlarda çürümekten, hep aynı gökyüzünü göreceğim, kuşlara hep aynı açıdan bakacağım yüksek duvarlı, duvarları telli, telleri dikenli avlularda hedefsiz yürürken, en değer verdiğim şeyden, özgürlüğümden ölene dek mahrum 
kalacağımı görüp, derin ümitsizliklere düşmekten korkuyorum. Gündüz bile karabasanlar gördüren, sırtımda serin ürpertilerle gezinen, soluğumu kesen, kara bir ifrit gibi sırtıma yapışıp kalan, beni asla terk etmeyen, tırnaklarını geçirdiği yerden bir an olsun çekmeyen katran karası korkuları üzerimden atamıyorum. Kapalı yerlerde uzun süre kalamam ben. Demir parmaklıkların ardında, o küçük, karanlık, kasvetli hapishane odalarında birkaç dakikadan fazla geçiremem. Dayanamam buna, boğulurum, nefesim kesilir; betonların ağırlığı, duvarlarla sınırlı zamanın yoğunluğu, basıncı ezer, öldürür beni. Kaçtım bu yüzden. Korktum ve  kaçtım... 

Evet, rezil herifin biriyim ben. Zaten bütün bunları bilerek yazıyorum. Beni tanıyın, tanıdıkça da benden tiksinin, nefret edin, ne kadar aşağılık bir adam olduğumu siz de görün diye... Ben de böyle cezalandıracağım kendimi, itiraflarımla arınacağım, böyle günah çıkaracağım. Papaz da SİZ olacaksınız. 

İşte size ilk itiraf: Korkağın biriyim ben. 

Zaten bunun için yazar oldum. Korku, sanırım doğuştan esir almış bedenimi. Bu yüzden çekindiğim, yapmaya cesaret edemediğim ne varsa yazdım kâğıtlara. Elimde kılıç yerine, masum, kısa bir kalem vardı; onunla posta koydum hayata. Bu da ilk hüküm: Romancılar korkak olur. 

Evet, korkak olur romancılar. Bunu asla itiraf etmezler size ama korkak olurlar. Siz beni dinleyin. Gerçek hayatta yapmaya cesaret edemedikleri ne varsa romanlarının içine doldururlar; ürkek, mesafeli ve kamuflajlı kabadayıdırlar... Kahramanlarına banka soydurur, cinayetler işletirler. Kendileri cesaret edemedikleri şeyleri hep kahramanlarına yaptırırlar. Nefretlerini romanlarında kusarlar. Gerçek hayatta sevmedikleri kişileri roman karakteri yapıp kurmaca hayatta onlardan intikam alırlar; ellerini kollarını bağladıkları masum kurbanlara dönüştürürler o zavallı insanları. Ben de benzer şeyler yapmışımdır mutlaka, ama bu defa farklı... Bu defa romanların dışına taştım ben. Gerçek bir katil oldum. Bir değil, üstelik iki cinayet işledim. Biliyorum mazeret değil, ama yine de söylemeliyim; mecbur kaldığımdan yaptım bunu. Ben bile tanıyamadım kendimi o cinayetleri işlerken, ama yaptım. Sonra da yıllarca bastırdığım obez korkularım hortladı yine içimde. Cesaretimse ürkek bir kuş gibi uçup gitti. 

Gelecekle ilgili onlarca senaryo vardı kafamda, ama aralarında cinayet yoktu. Günün birinde katil olacağım hiç aklıma gelmezdi. Hep sıradan insanlar gibi suça, belaya bulaşmadan geçip gidecek bir hayat düşlemiştim. Her şey nasıl da değişiyor, insan içindeki iblisin farkına varamadan nasıl yıllarca yaşayabiliyor. Çok normal biriydim demiyorum, ama cinayetler işleyecek kadar da marazi bir ruh halim yoktu. Çoğu yazarda bulunan o ölçülü tuhaflığın, üstü ince bir kibirle örtülü o içe dönük, uzak, biraz hastalıklı ve yalnız halin bende de olduğunu itiraf etmeliyim, ama o kadar, daha fazlası değil. 

Böylesine ileri gidebileceğimi, cinnet geçirip cinayetler işleyeceğimi asla düşünemezdim. Kendimden korkuyorum artık, kendimden utanıyorum. Bayramlarda kasaplar ellerinde büyük bıçaklarla koyunların, danaların nefes borularını keserken, hayvanlardan çıkan boğuk seslere, akan kanın kokusuna, sıcaklığına dayanamayan ben, bir insanın boğazını kestim. Üstelik kasap bıçakları kadar keskin olamayan, kör bir bıçakla yaptım bunu. Bu kez etrafa sıçrayan insan kanıydı, sinir bozucu hırıltılarla soluğu kesilen, bir zamanlar nefes alan bir insandı; 
debelenen, kanlı ellerini, evet, ellerini etrafa vuran, kramp girmişçesine gerilen ayaklarıyla boşluğu tepen, tırnaklarıyla duvarlara, yıllar önce ilkokul defterine çizdiklerine çok benzeyen oluk oluk kırmızı yollar çizen... Ve o artık yok. 

Yokluğun ne demek olduğunu bilemezsiniz siz. Daha önce cinayet işlemediyseniz asla bilemezsiniz. Tanıdıklarınızın, sevdiklerinizin ölümüyle anlayamazsınız onu. Yokluğu anlayabilmeniz için bir insanı yok etmeniz gerekir. İşte o zaman, zamanda ve uzayda yer kaplayan bir canlının birden ortadan kayboluşuyla evreni nasıl değiştirdiğinizin farkına varırsınız. O zaman ilk kez yokluğun çıplak halini görürsünüz. Artık bir ilah olduğunuzu bile düşünebilirsiniz. Tehlikeli bir duygudur bu, çok tehlikeli... 

Benden nefret etmeye başladınız bile. Ruhlarına hastalık bulaşmış olanlarınızsa hoşlandı benden. Beni sevenler acele etmesin. Nefret edenlerse hemen ümidi kesmesin benden. Her şeyi anlatacağım, başıma gelenleri yazarak yaralarımı saracağım. 

Yazı tedavi eder mi böylesine şiddetli ruh kanamalarını? Bilmiyorum. Sadece korkuyorum, korkularla uyuyor, korkularla uyanıyorum. Kendimden bile korkuyorum artık. İçimizde ejderha yumurtalarıyla yaşıyoruz. Ne zaman kabuğu kırıp çıkacakları belli olmuyor. Siz de dikkat edin kendinize, çok dikkat edin. Bu yazdıklarımı hem bir roman gibi okuyun, hem de ateşin ortasında kalmış bir akrebin gerçek itirafları olarak. Kaptırmayın kendinizi hemen. Bu uzun itirafı kolayca okuyabilmeniz için onu kuru bir anlatı gibi değil de,  roman tadında anlatmaya çalışacağım. Siz merak etmeyin sevgili okur, hiç merak etmeyin. Arkanıza yaslanın ve okumanın keyfini çıkarın. İtiraflarımdan oluşan bu uzun anlatıyı Rousseau’nunki gibi kalın ciltler halinde yazıp, sizleri sıkmadan okutabilecek yeteneği kendimde görmediğimden onu romana benzetmeye çalıştım. Bu yüzden tıpkı romanlarda olduğu gibi anlatımı bölümlere ayıracağım, başlarına epigraflar koyacağım. Yeter ki siz şu okuduğunuz kitaptan sıkılmayın, onu fırlatıp atmayın elinizden, yeter ki bunu yapmayın sevgili okur. 

Em tükür, em tükür, em tükür, diyor aynı ses içimden yine; yılan sokmuş seni. Sanırım gerçekten yılan soktu beni. Kayış gibi kapkara bir kral kobra... Önce dikildi, keselerini havayla doldurup şişti, şişti, şişti, şişti... Ben hamle yapana kadar iş işten geçmişti. 

Vicdanen de zafiyete düştüm ben. Cinayetler beni değiştirdi. Şimdi çok daha bencilim. Hiçbir şeye, kendimden başka hiç kimseye üzülmüyorum artık, kız kardeşime bile. Yeniden geçmişe dönebilsem, katil olmadan, hatta birini öldürme düşüncesi aklıma düşmeden kısa süre önceki ben olabilsem mesela; ellerim kansız, uykusuz gecelerim masum sıkıntılarla dolu, düşlerim güvenli, sakin... Yeniden eski vicdanıma kavuşur muydum acaba? Yine o ince, acıklı iç sesini duyar mıydım bu psikopat yılancının yerine? Bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, o da geçmişte kalan tekdüze günlerime geri dönebilmek için bugün çok şey verebileceğimi söyleyen ezik, yere düşüp kırılmış, pişmanlıktan parça parça olmuş o hazin his. 

Biliyorum, artık çok geç. Artık tehlikeli biriyim ben; bir caniyim. Sokaktaki herhangi bir insandan çok uzaktayım. Bir süredir ortalarda değilim zaten, saklanıyorum. Sadece yakalanma korkusundan değil, kendimden korktuğum için de saklanıyorum. Sürekli gidip geliyor dengem, kuyruksuz bir şeytan uçurtması gibiyim. Şayet ortalara çıkarsam, çakılır kalırım birilerinin üzerine; bir daha da hiçbir rüzgâr uçuramaz beni. Bundan korkuyorum. 

Çekiliş için;


a Rafflecopter giveaway


Arzu ederseniz Facebook sayfamızda yaptığımız çekilişe de katılabilirsiniz.



4 yorum:

  1. facebook kullanmayanlar ne yapsın :((

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir arkadaşınızdan paylaşmasını rica edebilirsiniz :/

      Sil
  2. merhabalar,

    keşferttim geldim.
    bana da beklerim.

    sevgiler.
    http://burcuaydn04.blogspot.com.tr/

    YanıtlaSil

Yorum bıraktığınız için teşekkürler. En kısa sürede döneceğim (: